Bu fırtınada Türkiye nerede duracak?

ABD’de “çılgın başkan” Trump’ın ikinci dönemi dış politika alanındaki fantezilerini hayata geçirme adımlarıyla başladı. Beyaz Saray’da resmi doktrin mertebesine yükselmiş bulunan söz konusu fanteziler esas olarak küresel güç dengelerindeki değişimin yeni bir güvenlik mimarisini gerektirdiği görüşüne dayanıyor. Bu zaten hiç kimsenin reddetmediği bir gerçeğin ifadesi. Ancak her adımında azami hassasiyet gösterilmesi icap eden böylesi bir konuda züccaciye dükkanına dalan filin refleksleriyle başarıya ulaşılması mümkün değil.

Ülkesi için bir numaralı tehdit olarak Çin’i belirlemiş olan Trump bu yolda Avrupa ülkeleriyle değil eski düşmanı Rusya ile işbirliği yaparak en büyük rakibinin hareket alanını daraltabileceğini düşünüyor.

Diğer yandan zaten Avrupa ile ittifakı, transatlantik sistemi ve hatta NATO’yu ayak bağı sayıyor. Vaktiyle çoğu Washington öncülüğünde dizayn edilmiş olan birtakım uluslararası kuruluşları ABD’nin sırtındaki parazitler olarak görüyor.

Soğuk savaş bitmiş olduğuna göre ülkesinin bunlara ihtiyacının kalmadığını zannediyor.

Eski müttefiklerle işbirliği şeklinde değil tahakküm anlamında bir ilişki istiyor.

Dünya üzerinde ekonomisi ve ordusu en güçlü ülke durumundaki Amerika’nın şerrinden emin olmak isteyenlerin bunun için gerekli miktarda “haraç” vermesi gerektiğini düşünüyor. Söylemeye gerek yok, kaba güce dayanan kabadayı siyaseti bu. Devlet siyaseti olarak sürdürülebilir olması düşünülemez.

Trump bu “dış politika” yaklaşımını Beyaz Saraydaki ilk döneminde de dile getirmeye çalışmış ama o zaman fiiliyatta fazla cüretkar adımlar atamamıştı.

Şimdi eli daha güçlü. Özellikle Biden döneminin vahim yanlışları Trump’ın üzerinde kolayca sörf yapabileceği bir kaotik sahne bıraktı geride.

Yine de Ukrayna konusunda müttefiklerine karşı Rusya’nın yanında saf tutması “Trump ölçüleri” bakımından bile aşırı bir adım. Avrupalılar da sanki bu kadarını beklemiyordu. Çünkü Rusya’nın etkisini yeniden doğu Avrupa yönünde yaymaya başlaması Avrupa’nın olduğu kadar Amerika’nın da çıkarlarına tehdit oluşturacaktır.

Bir TV şovmenini Savunma Bakanlığına getirecek kadar özgüveni gelişmiş olan “çılgın başkan” kendi tüccar aklıyla “Rusya’yı güçlendirirsem o da Çin’le işbirliği yapma ihtiyacı duymaz” diye hesap yapıyor. Ukrayna’yı işgal ederek Karadeniz’e sarkmış ve Doğu Avrupa üzerinde yeniden etki gücüne kavuşmuş bir Rusya’nın yarın başka türlü bir tutum almayacağının garantisi varmış gibi davranıyor.

Buna karşı, ABD’nin züccaciye dükkanındaki fil rolünde attığı adımlar sonucunda stratejik çıkarları ve hatta düpedüz güvenliği risk altında kalacak olan Avrupa ülkeleri ne yapacak?

Trump’ın kendine bu kadar güvenmesinin bir sebebi de Avrupa’nın ABD karşısında ortak tavır belirleyip harekete geçemeyeceğini öngörüyor olması. Ne var ki eski kıta hem Gazze’yi tatil köyü yapma planına hem de Ukrayna’ya dayatılan “barış” formülüne karşı beklenmedik sertlikte tepki gösterdi. Üstelik, yine beklenmedik şekilde, Trump’ın karşısına ortak bir tavırla çıkma hususunda uzlaşmış görünüyorlar. Kıta Avrupa’sını ilgilendiren konularda daima Washington’ın yanında saf tutan Londra bile AB ülkeleriyle birlikte hareket ediyor. Hatta bugünlerde iktidar değişimi süreci yaşayan Almanya’nın önünde Fransa ve İngiltere Avrupa’nın liderliğini üstlenmiş görünüyorlar.

Trump’ın durdurulup durdurulamayacağı bir yana, Avrupa’nın gerçek manada “birlik” görüntüsünde ve ortak amaçlar doğrultusunda hareket edebilmesi uluslararası sahnede taşların yerini değiştirebilecek bir gelişme olur.

Bu noktada Türkiye’nin nasıl bir tutum göstereceği de ciddi bir soru işareti. Dünya kabadayılığına soyunmuş bulunan Trump’ın Gazze ve Ukrayna meselelerinin ardından bizi de ilgilendiren bir konuda atabileceği adımlar karşısında dayanıklılığımız veya direnç gücümüz dış politikamızın da yönünü gösteriyor olmalı.

Son dönemde ne Gazze’nin ne de Ukrayna’nın konuşulduğu masaların hiçbirinde yar almıyor oluşumuz bir başka yön işareti.

Diğer yandan dünyada yaşanan Trump faciası bir yandan Avrupalılara işbirliği alanlarını genişletme zaruretini hatırlatırken, Türkiye’ye de ABD ve Rusya gibi ülkelerle birebir ilişkinin yerine güvenlik ve ekonomi temelli işbirliği sistemlerinin güvence teşkil edeceğini anlatıyor olmalı.

Öteden beri Türkiye ile Fransa’nın Akdeniz ve Balkanlarda işbirliği içinde olmasının her iki ülkenin de stratejik çıkarı olduğu tezini savunan Samuel Doveri Vesterbye şöyle bir paylaşım yaptı geçen gün sosyal medyada:

“Avrupa'nın Amerikan tehditlerine karşı koymasının en hızlı yolu Fransa-Türkiye yakınlaşmasıdır. Soru şu: Ankara ve Paris fedakarlık yapmaya mı istekli yoksa bunun yerine Washington'a karşı daha iyi teklif mi verecekler? Macron, Erdoğan'ın Ankara'ya yaptığı daveti sürekli oyalamak yerine kabul etmeli. Erdoğan da Paris'e somut olmayan şeyler sunmak yerine, daha somut bir şeyi özel olarak önermelidir. Belki de iki liderin kişisel ilişkisi eksiktir. Ya da belki de Avrupa'nın önde gelen iki orta gücü arasındaki yapısal bölünmeler çok büyüktür. Bunu ancak zaman gösterecek. Kesin olan şu ki: Fransızların Türkiye ve Türklerin Fransa hakkında yaygın yanlış kanıları artık geçmişte kalmalı. Artık jeopolitik, gümrük birliği ve yeni güvenlik anlaşmaları devrede. Paradoksal olarak, AB-Türkiye ilişkileri hiçbir zaman bu kadar önemli ve aynı zamanda kırılgan olmamıştı.”

Ben de bu paylaşıma şu yorumu yaptım: “Doğru ama bunun için iki küçük (!) engel var: Avrupa’nın Türkiye ile stratejik işbirliğini yok sayılamaz bir imkan olarak görmesi. İkincisi de kendi içinde yol yürüyemez hale gelmiş Ankara’nın Avrupa ile yol yürümeye razı gelmesi.”