Yine bir Arap ülkesinde bahar, yine aynı tartışmalar

Suriye’ye devrim ve rejim değişikliği Tunus, Libya ve Mısır’dan 13 yıl sonra ve onlardan farklı olarak ilkbaharda değil, sonbaharda geldi. İlginçtir ki Arap dünyasında sözde cumhuriyetler büyük sarsıntılar geçirmiş, Fas, Ürdün  ve Körfez şeyhlikleri gibi monarşiler bu dönemi nispeten  sarsıntısız geçirmişlerdir.

Suriye’de 51 yıl devam eden Esad hanedanın çökmesi ülke içinde büyük sevince yol açmıştır.  Bizde ise Esad hanedanının kleptokratik yönetimi, yüzbinlerce vatandaşın ölümüne yol açan iç savaş sorumluluğu, milyonlarcasının göç etme zorunda kalmaları, ülkede kalanların ise fakru zaruret ve baskı altında yaşamaları gibi facialara rağmen, ilerici, hatta solcu veya Atatürkçü geçinen bazı çevrelerde Esad’ın gidişi bir çeşit üzüntü ile karşılanmıştır. Hırsızlar çetesinin akıl hocası olan, İngiliz vatandaşı ve orada eğitim gören Esma Esad’ın başı açık olması bunların gözünde hanedanın işlediği suçları hafifletici, hatta affettirici nitelikte görülmüştür, şaşırtıcı bir şekilde. Sık sık karşılaştığımız gibi, Esad bu çevrelerde emperyalistlerle mücadele ettiği için kahraman olarak da görülmektedir.  Oysa en büyük destekçileri geniş bölgenin iki emperyalist ve yayılmacı devleti, Rusya ile İran olmuştur.   Bu noktaya aşağıda geri döneceğim.

Suriye’nin bundan sonraki olası gelişmeler hakkında çok mürekkep akıtıldı, çok nefes tüketildi. Ben bölgenin uzmanı olmadığım için başka yerlerde ifade edilmemiş bir görüş veya bilgiyi paylaşmak durumunda değilim. Görebildiğim kadar iyimser ve kötümser senaryolar birbirleriyle çarpışıyor ancak belirsizlikler o kadar büyük ki bu senaryoları dile getirenler bile öne sürdükleri tahminlerin gerçekleşeceği konusunda iddialı konuşamıyorlar.

Aslında dini ve etnik kompozisyonu açısından Suriye’ye çok benzeyen Lübnan hem iyi, hem de kötü bir örnek teşkil edebiliyor.  Şöyle ki Fransa 1943 yılında Lübnan’ın 25 yıl süren işgaline son verip ülkeye bağımsızlığını verdiğinde etnik ve dinsel farklılıklarını gözeten bir yapı bırakmıştı.  Cumhurbaşkanı Maronit Hıristiyan, Başbakan Sünni, Meclis Başkanı Şii olacaktı. Bu yapı bir anlamda adı konmamış bir federasyon gibiydi.

Hala geçerli olan bu sistem 1970’li yılların ortasına kadar Lübnan’a hem refah hem istikrar getirdi. İç savaş 1975 yılında başlamadan önce Beyrut’a iki defa kısa süreliğine gitme imkânım olmuştu. O tarihlerde Beyrut bir Arap şehrinden ziyade Fransa’nın güneyindeki bir sahil sayfiye yerini andırıyordu.  Herkes Fransızca konuşur, sokaklar “General de Gaulle”, “Mareşal Foch” gibi Fransız askeri kahramanlarının adlarını taşıyordu. Bağımsızlık kazanılalı 30 yıl geçmiş olmasına rağmen, Lübnanlılar Fransız etkisinden kurtulma ihtiyacını duymuyorlardı.  Hatta sokaklarda dolaşırken 400 yıla yakın sürmüş Osmanlı mevcudiyetinden pek fazla bir eser kalmamış olmasına karşılık, sadece 25 yıl süren Fransız işgalinin bu kadar iz bırakmış olmasına hayıflandığımı hatırlıyorum.  Lübnan bunun dışında Doğu Akdeniz’in turizm ve finans merkezi, Beyrut havalimanı da bölgenin başlıca geçiş merkeziydi.  O kadarki aralıklarla on altı yıl süren iç savaşın Beyrut havalimanını etkisiz hale getirmesinden sonradır ki o zamanlar adı Yeşilköy olan İstanbul Havalimanı o rolü devralabilmiş ve gelişmeye başlamıştır.     İç savaşın başlıca nedeni Lübnan’ın ayrı bağımsız bir devlet olmasını hiçbir zaman kabul etmemiş olan Suriye’nin iktidarı yeni ele geçirmiş diktatörü Hafız Esad’ın ülkeyi karıştırması olmuştur.

Lübnan bağımsızlığına kavuşmasından sonraki ilk yıllarda bölge çalkantılarının dışında kalmayı becermişti. Ancak Nasır Mısır’da iktidar olup kısa bir zaman sonra Arap dünyasının liderliğine soyununca, Batı dünyasına yakın olan ve ilk ikisi Haşimi Hanedanı tarafından yönetilen Irak, Ürdün ve Lübnan‘a göz dikti. Irak 1958 devriminden sonra saf değiştirdi ama Ürdün ile Lübnan bazı çalkantılar geçirdikten sonra yollarında devam edebildi.

Lübnan’ın istikrarını ilk bozan olay  1971 yılında “Kara Eylül” olarak bilinen ve Ürdün Kralı Hüseyin’in ülkede konuşlanmış olan ve teröre bulaştığı için onu rahatsız eden  Filistin Kurtuluş Örgütüne (FKÖ)  karşı yürüttüğü kanlı harekat olmuştur.  Bugün uçağa binmeden önce bütün dünyada yaşadığımız sıkı güvenlik kontrollerinin FKÖ’nün dünyaya en büyük “hediyesi” olduğunu düşünürüm. FKÖ’nün  1970’ten itibaren uçak kaçırmayı ve rehine almayı bir silah olarak kullanmaya başlaması bütün dünyayı tedbir almaya zorladı.  Oysa o tarihe kadar uçağa binmenin otobüse binmekten farklı olmadığını hatırlarım.  Kral Hüseyin için bardağı taşıran son damla FKÖ’ne bağlı bir terör örgütünün kaçırdığı üç yabancı sivil uçağı ülkesine getirip yolcuları rehine alarak uçakları infilak ettirmesi olmuştu.  Neticede, 11 günlük bir savaştan sonra FKÖ Ürdün’den kovulmuş ve Lübnan’a sığınmıştı.  Bazı hesaplara göre “Kara Eylül” harekatı sırasında Ürdün ordusu 25.000 Filistinliyi öldürmüştür.

FKÖ soluğu Lübnan’da aldıktan sonra ülke hem Suriye’nin hem de İsrail’in şiddetini üstüne çekmiş ve iç savaş, İsrail işgali derken gittikçe batmaya başlamıştır. Zaman içinde Lübnan devleti ortadan kalkmış, çeşitli milis kuvvetlerinin oyun alanı haline gelmiştir.  İran devriminden sonra o ülke de müdahil olmuş, Suriye ile birlikte desteklediği Hizbullah örgütü İsrail’e saldırılarını Lübnan topraklarından yönetince ülke onun hedefi haline gelmiştir. Ne yazık ki bu durum bugüne kadar böyle devam etmiştir.  Suriye’deki rejim değişikliği İran’ı bölgeden uzaklaştırdığı için Hizbullah’ın gücü büyük ölçüde azalmış, Lübnan’a da uzun bir dönemden sonra ilk defa barış ve istikrar ihtimali gelmiştir.   

Fransızların kurduğu yönetim sistemi aslında bugüne kadar değişmemiştir. Oysa zaman içinde nüfus dengesi kısmen göç, kısmen de doğal artış nedeniyle Hıristiyanların aleyhine, özellikle Şii’lerin lehine bozulmuştur.  Ancak bölünmüş yapı Anayasanın değiştirilmesini imkânsız hale getirmiştir. Her Cumhurbaşkanı seçimi gittikçe daha sancılı olmaya başlamıştır. Kendi toplumlarından birini seçtirme imkanına sahip olmayan Şii’ler, Hizbullah ve Suriye desteğiyle Hıristiyanları bölerek Parlamentonun kendilerine yakın bir Hıristiyanı Cumhurbaşkanı seçmeye çalışmışlar, son yıllara kadar da sanırım bunda başarılı olmuşlardır.  Ancak 31 Ekim 2022 tarihinde boşalan Cumhurbaşkanlığına o günden bu yana yapılan 11 tur oylamaya rağmen seçim yapılamamıştır. Suriye’deki rejim değişikliği ve Hizbullah’ın en azından şimdilik sahneden çekilmesi sonucunda belki de 9 Ocak 2025’te yapılacak gelecek tur oylamada bir neticeye varmak mümkün kılacaktır.  Bunu zaman gösterecektir.  Ancak devlet yönetimi kilitlenmiş olan, ayrıca tabii ve gayrı tabii felaketlere sahne olan Lübnan’ın ekonomisi de çökmüş vaziyette. Düzelmesi muhakkak ki vakit alacaktır.

Suriye’nin etnik ve dinsel yapısı Lübnan’ınkinden daha büyük ölçüde olmakla beraber ona benzemektedir. Gerçi Suriye’de bağımsızlığın ilk yıllarından sonra hiç düzgün nüfus sayımı yapılmamış olması nedeniyle, demografik yapısı, başka bir deyimle hangi etnik veya dini topluluğun ne kadar sayıya ve orana sahip olduğu kesin olarak bilinmemektedir. Suriye’nin başına geçen yeni yönetim çoğulcu ve kucaklayıcı bir yapı oluşturmak niyetini dile getirmiş, ancak Lübnan, hatta Cumhurbaşkanının Kürt, Başbakanın Şii olduğu Irak benzeri bir sistemin kurulması nüfus bilgilerinin kesin olarak mevcut olmadığı bir ortamda kolay görünmemektedir.  Belki oradan başlamak ve anayasal yapıyı böyle bir sayımın neticesine göre yapmak takip edilmesi uygun olacak yoldur. Aksi takdirde yeni yönetimin niyetleri ne kadar iyi olursa olsun, istikrarlı ve tüm toplumların hak ettikleri ve kabul edecekleri yere sahip olacakları bir yapının oluşturulması bir hayli zor olacaktır.  Bu yapılmazsa, örneğin Kürtlerin şu anda işgal ettikleri ve nüfus içinde sahip oldukları tahmin edilen %10 oranının çok üstündeki toprağı azaltmaları barışçı bir yoldan sağlanması pek kolay olmayacaktır.

Suriye’de yönetimin başına geçen HTŞ lideri Ahmed Es-Şaraa, ülkeye tarihinde ilk defa bir demokratik yönetim tarzı getirmek istediğini, ülkenin Esad rejimi altında yaşadığı talan ve katliamların muazzam boyutlarına rağmen intikam duygusu ile hareket etmeyeceklerini, yumuşak bir geçiş sağlamaya çalışacaklarını ve bunun için tüm milislerin silahlarını terk etmelerini sağlayacaklarını söylemektedir.  60 yıllık kanlı diktatörlükten yeni çıkan ülkede ihtiyatlı bir iyimserliğin baş göstermeye başladığı oraya giden ve eskiden farklı olarak bir engelle karşılaşmayan gazetecilerin gönderdikleri haberlerden anlaşılıyor.  Umarım bu iyimserlik havası devam eder ve Suriye halkı Arap baharına sahip olan diğer ülkelerden farklı olarak geçirdiği korkunç badireden sonra hak ettiği huzura kavuşur.

Suriye’deki devrime ülkemizdeki yorumcuların ve siyasilerin bazılarının bakış açışını hayretle izlediğimi belirtmem lazım.  Özellikle ilerici, solcu veya Atatürkçü geçinen bazı kesimlerin belki de sırf Esad’ın sahte bir laiklik söylemi, eşinin başı açık olması gibi sebeplerden dolayı saymakla bitmeyen işlediği suçları görmezden gelmeyi tercih etmektedir. Bu umarım sadece Esad rejiminin çökmesinin iktidarın başarısı olarak görülmesinden muhalefetin rahatsızlık duymasından ibarettir. Yapılan bir kamuoyu yoklamasında CHP seçmeninin küçük de olsa çoğunluğunun (%52) Suriye’deki rejim değişikliğinden memnun olmadığının ortaya çıkması doğrusu beni üzdü.  Umarım bu araştırmanın vardığı sonuçlar başka yoklamalar tarafından teyit edilmeyecek, aksine çürütülecektir.  Burada partiye de önemli bir vazife düşmektedir.  Endüstriyel çapta bir yolsuzluk ve katliam abidesi yaratmış olan Esad rejiminin ve onunla birlikte Baas partisinin tarihin çöplüğüne gömülmesi ne şekilde gerçekleşirse gerçekleşmiş olsun sosyal demokrat bir parti için ancak sevinç kaynağı olmalıdır.  Başka türlüsü düşünülemez.       

Ve tabii unutulmaması gereken, ancak çok nadir istisnalar dışında Türk siyasilerinin ve medyanın görmezden geldiği YPG’nin elindeki sayıları 10-20.000 arası olduğu tahmin edilen önemli bir kısmı Avrupa vatandaşı İŞİD tutsakları sorunudur.  Bu istisnalardan biri Güldener Sonumut’un 22 Aralık 2024 tarihli “Milliyet” gazetesinde yayınladığı “AB’ni korkutan ‘saatli bomba’” başlıklı köşe yazısıdır. Merak edenler konunun ayrıntılarını orada görebilirler.  Sanırım açıklamasalar da YPG’nin elindeki İŞİD’ci tutsakların durumu iktidarı düşündürüyordur.

Lübnan örneğine ayrıntılı bir şekilde değinmemin nedeni, ülkede mevcut istikrarın dış müdahaleler yüzünden nasıl zaman içinde bozulduğuna dikkat çekme ihtiyacı duymamdı. Umarım komşu ülkeler Suriye halkını rahat bırakır ve kendi istikbalini kendisinin belirlemesine izin verir.  Şimdiye kadar meydana gelen gelişmeler ve söylenen şeyler bu konuda iyimser olmaya maalesef izin vermiyor.