Devlet yönetiminde dinin referans olarak alınmamasını, devletin inançlar ve inançsızlıklar karşısında tarafsız olmasını savunan yaklaşım anlamına gelen laik sözcüğünün günümüze uzanan yolculuğunun başlangıcı Yunanca’da halka ait, ruhban olmayan anlamına gelen laikos’a kadar gidiyor. Roma İmparatorluğu’nda din adamlarına ‘clerici, din adamı olmayanlara da ‘laici’ adı veriliyordu. Yunanca’dan Latince’ye ‘laicus’ olarak geçmiş olan sözcük Fransızca’ya ‘laicite’ olarak yansımış. Laisizmin İngilizce’deki karşılığı ‘secularism’dir. Türkçe’de laik de seküler de kullanılmakla birlikte yaygın olarak kullanılanı laik sözcüğüdür. Her iki ifade de din ve devlet işlerinin ayrılması anlamına geliyor.
Ortaçağ tarihi uzmanı Joseph Strayer, kilisenin, kamusal yetki ya da görevleri bulunmayan bir özel topluluk olarak kabul edilmesinin, laik yönetim tarzının temel çıkış noktası olduğunu vurguluyor.[*] Strayer’e göre bir toplum, laik yönetim tarzına geçtiğinde, siyasal yönetimde kilisenin etkisi tümüyle ortadan kalkacak demektir. Bu anlamda kilise, devlet yönetiminin bir parçası olmaktan çıkarak herhangi bir dernek gibi kamusal yetki kullanamayan bir topluluk haline dönüşür. Kimse buraya üye olmak ve önerdiği kurallara uymak zorunda değildir. Bizde Diyanet İşleri Başkanlığı, devlet yönetiminin bir parçası olmaya devam ettiği için laiklik, Strayer’in öngördüğü çerçeveye oturmamaktadır.
Laikliği benimsemiş bir toplumda, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması siyasal rejimin bir unsuru olarak da benimsendiği için hangi eğilimdeki siyasal parti iktidarda olursa olsun, din ve devlet işleri ayrımının tehdide uğramaması gerekir. Aksi oluyorsa o toplumda laiklik tam olarak yerleşmemiş demektir.
Avrupa ulusları on üçüncü yüzyılda başlayan mücadeleyi bir kaç yüz yıl süren bir süreç içinde laiklik aşamasına ulaştırmayı başardılar. Bu oluşumda burjuvazinin önemli rolü oldu. Parasal birikim, burjuvaziyi kilisenin önüne çıkarıp, daha güçlü kılınca, burjuvazi, toplum yönetiminde kiliseden daha fazla söz sahibi konuma geldi. Bizde ise burjuva sanılanların çoğu büyük esnaf düzeyinde kaldığı, devletten iş almayı esas iş olarak sürdürdükleri için devleti yönetenlerin yönlendirdiği biçimde din, hep önde durmaya ve laiklik de kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm oldu.
Zaman içinde kilise bazı çıkışlar yaparak, eski gücünü kabul ettirmeye uğraştı, en azından bazı konularda kiliseden izin alınması için ciddi mücadeleler verdi. Siyaseti etkilemeyi ve kendi konumunu sarsan bilimsel araştırmaları kısıtlamayı denedi. Ne var ki kilise, bu tür girişimlerinin çoğunda yenilgiye uğrayarak destek kaybetti. Örneğin İngiltere kralı Sekizinci Henry’nin karısından boşanmasına izin vermemekte direnerek güç gösterisine girişen Katolik kilisesi, Henry’nin, Anglikan kilisesini kurup kendisini de kilisenin başı ilan edivermesiyle İngiltere’yi kaybetti. Galileo Galilei’ye, dünyanın dönmediğini söylettirdi, Darwin’i ve Marks’ı lanetledi. Başlarda bu yaklaşımlarına destek de sağladı ama zamanla o desteği yitirdi. Çünkü bilimsel ilerlemeyi önlemek, gerçekleri sonsuza dek saklamak mümkün değil. Kim üstünü örterse örtsün, gerçek, sonunta ortaya çıkıyor. Nitekim Katolik kilisesi önce Galilei’yi sonra da yakın zamanda Darwin ve Marx’ı onaylamak zorunda kaldı.
Laiklik, öyle herkesin kendisine göre tanımlayabileceği bir kavram değil. Yüzyıllardır, belki de üzerine en fazla mutabakat sağlanmış çok açık bir tanımı olan bir kavram: Devlet yönetiminde dinin yeri olmayacak. “Benim laiklik anlayışım şöyledir” diye yola çıkmak laiklik kavramının gerçek anlamını bilmemekle eşdeğer bir girişim.
Türkiye, eğer yirmi birinci yüzyılda gerçekten bir güç olmak, gelişmiş ülkeler arasına katılmak istiyorsa gereksiz laiklik tartışmalarını bir kenara bırakıp, çocuklarını bilime yönlendirmek ve devlet işlerinde dini referans almaktan vaz geçmek zorundadır.
Not: Bu yazı 26 Temmuz 1998 tarihinde Yeni Yüzyıl ve 27 Eylül2022 tarihinde bu blogda yayınlanmış Laik başlıklı yazılarımın güncellenmiş halidir.
[*] Joseph Strayer, Modern Devletin Kökenleri (çeviren: Eraslan Candan), Say Yayınları, 2020.