Fethullah Gülen uzun bir cemaat inşası sürecinden geçti. Sonra hepsi helalinden olmadığı anlaşılan sosyal-bürokratik gücüyle AKP ile siyasi rekabete girişti. Bu rekabet daha sonra iyice çirkinleşip darbecilik ve ihanet gibi çerçeveler içinde anlaşılacak şekilde sonuçlandı. Gülen Türkiye’de muhatapları çok sık değişen bir etiketle “vatan haini” olarak tanımlandığı bir sürecin sonunda ömrünü tamamladı. (Ölümünün, onun siyasetinden dolayı bugün hala baskı ve zulme uğrayan taraftarlarını bir parça özgürleştirip, yeniden düşünmelerine vesile olmasını dilerim). Türkiye tarihinde önemli izler bırakmış bir figür olması hasebiyle anlaşılması gereken bir fenomendir Gülen. Ölümü ile birlikte Gülen’i siyasi yardakçılık yapmadan tartışma imkanı pek olmayabilir. Basit birkaç komplo teorisi ve vatan hainliği etiketleri siyasi aidiyetlerini ispatlamak için bahane arayanlar için yeterli gelebilir. Ancak Türkiye’nin yaşadığı bir tecrübenin anlaşılması açısından Gülen’in ideolojik arkaplanını anlamak gerekir. Bu yazıda, sadece sınırlı bir kısmına dikkat çekmeye çalışacağım.
Bugün Türkiye’de çoğu insan Gülen’in 20. Yüzyıla ait ve ABD ve CIA güdümünde bir ajan olduğunu ve Türkiye’ye zarar vermek istediğini düşünüyor. Darbe sonrası korku ve propagandanın inanan veya inanmayan herkesi zorladığı bu (doğru veya yanlışlığından bağımsız olarak) indirgemeci yaklaşımın duygusal ve siyasi bir değeri olsa da entelektüel bir değeri yok. Bir siyasi kavganın kaybedeni olarak otomatik olarak mağdur sayılamayacağı gibi, hain diye etiketlendiği için de herkesin olaylara o basitlikte bakması beklenemez.
Fethullah Gülen bana göre 19. yüzyıldan gelen bir arkaplana da sahipti. Türkiye’de siyasi partiler ve dini cemaatler İttihat ve Terakki’nin varyantları olarak anlaşılmalıdır. Çoğu insan “parti”lerin modern “cemaat” lerin ise geleneksel olduğunu zanneder. Halbuki ikisi de modern yapılardır. Tarikatlerin tarihsel eskiliği ve bugün cemaat formuna girmeleri bu gerçeği değiştirmiyor. Cemaat formu modernliğin bir ürünüdür. Her iki oluşum da hayatlarına bir nevi “gizli cemiyet” (“secret society”) olarak başladılar. Bu gizlilik ayrıca Osmanlı/Türkiye’ye özgü bir durum değil, monarşi veya istibdad cağının bir mirası olarak düşünülebilir. Bu miras hem ulus-inşacı milliyetçi örgütlenmelerde hem de modern devlet baskısı altında cemaat-inşacı dini örgütlenmelerde yansımasını buluyor. Sosyal bilimciler bu siyasi ve sosyal formları (toplumsal hareketler ezberine düşmeden) kolektif eylem meselesi olarak düşünseler daha rahat ederler.
İttihat ve Terakki ile birlikte hürriyet ve meşrutiyeti savunan ve II. Abdülhamid’in istibdadına karşı çıkan Bediüzzaman Said Nursi de bu etkinin altındadır. Cumhuriyet’le birlikte “parti”lerin özgürleştiğini (ne zaman, ne kadar, şimdi bile mi?) varsaysak bile cemaatlerin özgürleşmesinin tarihi çok daha yenidir. Said Nursi’deki gizlilik aslında İttihat ve Terakki’den gelen ve yolları ayrılan iki aktörün (Said Nursi ve Mustafa Kemal) tek-parti rejiminin baskısı biçiminde karşı karşıya gelmesinin bir sonucudur. Said Nursi’nin sübjektif psikolojisi ile Kemalist dönemin baskıcı siyasetinin birlikte ürettiği bu gizlilik ihtiyacı daha ziyade korunmacı bir nitelik arzeder. Kemalizmin sansürü hem devlet dışında dini kitaplara hem de sol-komünist kitaplara nefes aldırmıyordu. Said Nursi çok basit bir şey için, düşünce özgürlüğünü kullanabilmek için gizliliğe mecbur kalmıştır. Yoksa gizlilik ile üye olunan hiyerarşik bir yapı veya organizasyon üretmemiştir.
Nursi, Gülen’den ve kendi eski hayatından farklı olarak siyaset amacı gütmediği için ondaki endişe bir tür psikolojik bir travma olarak anlaşılmalıdır. Polis gözetiminde yaşamak zorunda kaldığı ve İslama karşı örgütlü bir tahribatın yapıldığını düşündüğü için sürekli endişeli bir güvensizlik içinde olması kaçınılmazdı. Bürokratik diktatörlükte bölücülük ve gericilikle suçlanan bir düşünür olarak Said Nursi (Kurdî) kitaplarını yazma, yayınlama ve kendisine teveccüh gösteren insanlarla sohbet edebilme hakkından bile mahrum bırakılmıştı. Bu korkunun bakiyesi bugün bile tersinden gözlenebilir: Basit bir siyasi cilve olan Diyanet’in Said Nursi’nin kitaplarından bazısını basmış olmasına ortodoks Nurcuların verdiği önem ve gösterdiği heyecan.
Ancak Gülen’de bu gizlilik farklı bir mahiyet kazanır. Gülen hem Nursi’ye göre çok daha modern bir iktidar analizine sahipti. Hem de ondan farklı olarak milliyetçi ve devletçiydi. Gülen’in başarısını sadece komplo teorileriyle açıklamak basitlik olur. Nursi dışında Gülen’in etkilendiği kaynaklar onu Nursi’den çok farklı bir profile taşıyacak kadar çok ve çeşitlidir: Türkiye’deki sağ düşüncenin, ozellikle Alman faşizan mukaddesatçılığından etkilenmesi sözkonusu. Yani duygulanım ve hareket (eylemsellik) gibi özellikler modern kitlesel mobilizasyon teknikleri olarak etkisini gösterdi. Gülen’in Necip Fazıl, Nurettin Topçu vesaire ilgisi malumdur. Duygular, mefkurecilik, askeri bir itaat, örgütsel bir sadakat, grupsal menfaat için olduğundan farklı şekle girmeye amade olmak… Bu hareket tarzı tamamen dinin baskı altında olduğu bir çağa göre ayarlanmış ve Soğuk Savaş’ın tehdit tasavvuruyla şekillenmiş bir zihin dünyasına ait idi.
Nitekim baskı ortamında meşruiyet bulan bu gizli-kapaklı hareket hali, cemaatlerin özellikle AKP döneminde özgürleşmesiyle ve siyasette doğrudan bir aktör olmasıyla birlikte bir kriz yaşadı: korunma amaçlı gizlilik devlet üzerinden kayırmacı bir avantaja dönüştü. Otoriterlikten hürriyete geçiş sürecini yönetememek gibi bir hataya bir de iktidar pastasını monopolize etme kavgası eklendi. Böylece formatları itibariyle sosyal ve siyasal iki modern dindarlık formu kafa kafaya geldi. Çirkin ve sonuna kan bulaşan bir kavga yaşandı. Kazananlar kahraman oldu, kaybedenler hain. Din ve vatanın arkasına saklanan bu siyaset yapan aktörler aslında bir iktidar kavgası veriyorlardı. İddia edildiği gibi dış güçler sözkonusu ise bile muhtemelen bunlar iktidar olmanın birer aracı olarak meşrulaştırıldı. Ne yazık ki Gülen’in sorumsuz-yetkili bürokratik ekiplerinin hakimiyet maceralarının ceremesini yüzbinlerce sıradan takipçisi çekti. Gülen ölmeden önce kendi kitlesi ve Türkiye toplumu ile bir yüzleşme içerisine girmedi. Tıpkı dinin olan tüm saygınlığını yerle bir eden AKP tecrübesi gibi Gülen’in açtığı iktidar için kullanışlı olan herşeyi kullanmayı mübah gören dindarlık anlayışı da kayıtlara İslamın Türkiye’deki trajik bir dönemi olarak geçti.