Sizin de dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum, televizyon dizilerinin kısa tanıtım bölümlerinin ortak ve şaşmaz bir özelliği var: Hepsi mutlaka tanıttığı bölümdeki sahnelerin en kavgalı, en bağrışlı çağrışlı olanlarını seçiyor. Fragmanlarda daima -ve neredeyse sadece- kavga, şiddet, aile iç tartışma vb sahneler izliyoruz. Yani bu kısa tanıtımları hazırlayanlar izleyiciler açısından neyin ‘cazip’ olduğunun künhüne varmış görünüyor.
Siyasetin de bu türden dizi fragmanları gibi olduğu bir ülkede bir parti genel başkanının parlamentonun açıldığı gün başka bir partinin yöneticilerinin yanına gidip nazikçe el sıkışması, onların arasına yalın kılıç dalmasından daha fazla dikkat çekti. Nasıl çekmesin ki: Bu parti başkanının adı Devlet Bahçeli, el sıkıştığı kişiler de onun ‘vatan-millet düşmanları’ olarak ilan ettiği DEM partililerdi.
Sonraki gelişmeler bunun ‘öylesine’ ya da ‘anlık’ değil önü-arkası düşünülmüş, belirli amaçlara matuf bir hamle olduğunu gösterdi ve tartışma başladı.
İktidar ne yapmak istiyordu? Büyük bir şey mi başlatıyordu yoksa kendi dar siyasi çıkarları doğrultusunda manipülasyon ve istismar peşinde miydi?
Ortaya şu ana kadar çıkan veriler ışığında bu soruya kesin bir cevap vermek mümkün değil. Yine de kesin cevapçılar var tabii. Onların bir ucunda “iktidar, ortaya çıkan yeni bölge koşullarını gözeterek 10 yıl önce yarım kalmış Kürt barışını tamamına erdirmek için harekete geçti, her şey çok güzel olacak” diyenler, öbür uçta “iktidar, Erdoğan’ın bu seçime de girebilmesini sağlamak için yeni anayasa yapmak istiyor, o nedenle DEM’lilere kucak açıyor” diyenler var.
Bunların birincisi “ah, keşke”ci bir iyimserliğin olgu gibi sunulmasından, ikincisi de “Erdoğan’ın herhangi bir hamlesi ancak ve sadece onun ne pahasına olursa olsun iktidarı kaybetmemek güdüsüne bağlanarak açıklanabilir” ezberinden kaynaklanıyor.
“İktidarı kaybetmemek güdüsü” bütün iktidar sahiplerinin her adımda dikkate aldığı bir etmendir, fakat kesinlikle tek etmen değildir. Erdoğan söz konusu olduğunda bunun ‘tek etmen’e dönüşmesi ve onun da bir ezber haline gelmesi, olan biteni bütün boyutlarıyla değerlendirebilmeyi imkânsız kılıyor. Örneğimize dönersek: Bir kez böyle bir ezbere dûçar olunca Erdoğan ve Bahçeli’nin DEM’lilerle tokalaşma ‘açılımı’nı Erdoğan’ın bir kez daha seçime girebilmesinde ihtiyaç duyulan anayasa değişikliği için, yalnızca onun için atılmış bir adım olarak görmekten başka çare kalmıyor. Nitekim muhalif kesim olan bitene tam olarak böyle yaklaştı. DEM’lilere yeni yaklaşımın amaçlarından biri bu olabilir tabii, fakat başka amaçlar da söz konusu olabilir ve bütün bu amaçlar pekâlâ biribiriyle uyum içinde olabilir. Muhalif medya ve muhalif kanaat önderleri malûm ezber nedeniyle bunlardan sadece birini görebiliyor ve bütün analizlerini sadece onun üzerinden oluşturuyor.
Erdoğan’ın İsrail uyarısını ve Bahçeli’nin ‘DEM açılımı’nı anlamlandırmaya yardımcı fikirler
Erdoğan’ın Anadolu’nun İsrail’in tehdidi altında olduğuna dair sözlerini ve Bahçeli’nin 180 derecelik dönüşünü bütünüyle ve sadece iç politika hesaplarıyla açıklayanların dışında kalan ve farklı açıklamalar getirenler de var tabii. Bunlardan ikisini burada hatırlatacağım (bunlar benim radarıma katılanlar, belki başka izah çabaları da vardır).
Bu iki yaklaşımı özetlemeden önce, her ikisinin sahiplerinin de İsrail’in Türkiye’ye saldıracağı tezlerini ciddi bulmadığını belirteyim.
Sözünü ettiğim iki görüşten (tahminden) biri Mümtaz’er Türköne’ye ikincisi de Etyen Mahçupyan’a ait.
Mümtaz’er Türköne: “İsrail tehdidi demek bağımsız Kürdistan demek”
Mümtaz’er Türköne’ye göre iktidar, İsrail-Amerika ekseninin Ortadoğu’da Kürt kartının yeni sürümleri için harekete geçtiği istihbaratını almış, bu nedenle de Kürtlerle arayı düzeltme ihtiyacı duymuş olabilir.
Türköne, bu konudaki düşüncesini yeni kitabı Silivri Postası’nı anlattığı Medyascope yayınında dile getirdi:
“Devlet Bey’in bu barış taarruzu, sempati taarruzu İsrail tehdidiyle eşzamanlı olarak gündeme geldi. İsrail tehdidi ne demek? Herhalde tanklarıyla, uçaklarıyla Türkiye’ye girecek halleri yok. Arz-ı Mev’ud da bir saçmalık, yani bugünün dünyasında karşılığı olan bir şey değil. Sadece retorik olarak üretilen ve tüketilen bir şey. İsrail tehdidi demek bağımsız Kürdistan demek. Yani İsrail’in Türkiye’ye tehdidi ancak bağımsız bir Kürdistan’ın beslenmesiyle, desteklenmesiyle ortaya çıkar. Özellikle Türkiye’den Suriye’ye giden Kürtlerin İsrail adına bir vekâlet savaşı yürütmesiyle mümkün olabilir. Buna karşılık devlet aklının üretebileceği en doğru politika da Kürtlere bir zeytin dalı uzatmak, oraya yönelik bir sempati taarruzuna girişmektir. Devlet Bey’in yaptığı da sanıyorum bu.”
Ben, Erdoğan’ın “İsrail tehdidi” ile Bahçeli’nin “barış ve sempati taarruzu”nun İsrail’in ‘Kürt kartı’ hamlesiyle ilişkilendirilmesini ilk kez Türköne’den duymuştum, sonra gördüm ki bu tezin başka sahiplenicileri de var. Fakat Etyen Mahçupyan’ın bu işlerin altında neyin yatıyor olabileceğine dair tahminine şimdilik başka müşteri çıkmadı.
Mahçupyan: “İsrail tehdidi söylemi iktidarın ileriye matuf hayalleriyle bağlantılı…”
Mahçupyan bu konudaki düşüncesini Fikir Coğrafyası platformunda Baha Yılmaz ve Tolga Avşar’ın sorularını cevaplandırırken dile getirdi. Mahçupyan’a göre (burada sözlerini biraz yorumluyorum, inşallah doğru yorumluyorumdur) Bahçeli-Erdoğan hamlesi, İsrail’in yarattığı yeni bölge coğrafyasında iktidarın Kürtlerle yumuşamayı hatta PYD-YPG ile bir anlaşmaya varmayı bir gereklilik olarak görmesinden kaynaklanmış olabilir.
Yine Mahçupyan’a göre Bahçeli-Erdoğan hamlesi, bu iktidarın dış politikayı iç politika malzemesi olarak kullanma alışkanlığının yeni bir tezahürü olabilir.
Görüldüğü gibi bunlar, Bahçeli-Erdoğan hamlesini yeni koşulların Kürtlerle yeni bir ilişkiyi zorunlu kılmasının ya da iktidarın iç politika manevralarının bir sonucu olarak gören tezlerle dirsek teması halinde olan görüşler. Fakat Mahçupyan’ın dile getirdiği bir başka yaklaşım var ki onun tek sahibi olmaya devam ediyor. O da şu:
“Cumhurbaşkanı bize şunu söylemeye çalışıyor diye düşünüyorum: Türkiye daha aktif olmalı. Türkiye Ortadoğu’da olan biten üzerinde daha fazla şey söylemeli, daha etkili olmaya çalışmalı ve işin yönünün Türkiye’nin lehine olmasını sağlayacak adımlar atmalı. Bunu böyle söylemek biraz yayılmacı, biraz haddini aşan bir tavır gibi okunabilir. Mesela böyle şeyler söylediği zaman Tayyip Erdoğan, Esad hemen itiraz ediyor. Ama bunu tersten söylediğiniz zaman, yani İsrail bizim topraklarımızda birtakım hayaller besliyor dediğiniz zaman buna kimse itiraz edemez. O yüzden de ben bir ters söylemin kullanıldığı kanaatindeyim. [Bu söylemin] geleceğe matuf birtakım öngörüler açısından anlamlı olabileceğini düşünüyorum. Demek ki iktidar bunu anlamlı bir mecraya dökebileceğini düşünüyor.
“Toparlarsam: Bu korkuların, endişelerin var olduğu ama bir gerçekliğe dayanmadığı, ama üç: İleriye matuf hayalleriniz varsa onları etkileyebileceği… Ve Türkiye öyle hayalleri olan bir ülke. Bu iktidar, ittihatçı iktidar özellikle Ortadoğu’da ama hatta Orta Asya’da, şu anda bir sorun yok ama ileride olursa orada da göreceğiz bence, belki Kuzey Afrika’da kendisine ait bir yer olduğunu düşünen, etki alanını genişletmek isteyen bir iktidar. Türkiye böyle bir role doğru gidiyor kendi gözünde, bunu yapmak istiyor. O zaman da bunu engellemeye yönelik her olası durumu kendi aleyhine bir faktör olarak yorumlayabilir. Şu andaki siyasi endişelerin ancak bu çerçevede bir anlamı var.”
Bu son noktanın bana neden özellikle ilginç geldiğini bazı okurlar tahmin edebilir. Yaklaşık on yıldır iktidarın böyle ‘heveslerinin’ olduğunu gösteren açık kaynak bilgilerini izliyor ve aktarıyorum. Kargaşa dönemleri bu türden heveslerin kuvveden fiile geçirilmesi için büyük fırsatlar sağlayabilir.
İktidar belki de İsrail’in yarattığı yeni bölge koşullarının bu heveslerine zemin teşkil ettiği tespitini yapmış ve İttihatçı ‘hayalleri’ için toplumsal rıza sağlamak amacıyla “İsrail tehdidi” üzerinden söylem hücumuna geçmiş olabilir.
Ben de bu vesileyle iktidarın İttihatçı hayallerini gösteren 10 yıllık açık kaynak verilerini bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Önümüzdeki yazıda.