Tarihin bir döneminde yaşanmış olan bazı olayların tıpatıp benzerlerinin ileriki dönemlerde de yeniden karşımıza çıkmasına şaşırmalı mıyız? Milli şairimiz Mehmet Akif bu konuda “Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi” diyor ama insan aynı insan olduğuna ve belirli olaylar karşısında refleksimiz değişmediğine göre söz konusu tekrarlara şaşırmamak lazım galiba.
Özgürlük ve demokrasi vaadiyle iktidara gelen siyasi kadroların işler kötüye gitmeye başlayınca muhalefeti susturmak, aydınları düşmanlaştırmak, yargıyı baskı altına almak, devlet imkanlarını parti adına kullanmak, toplumdaki kutuplaşmaları azdırmak gibi yöntemlere bel bağlamaları hiçbir devirde değişmeyen tutumlar.
Anayasa ve parlamento vaadiyle tahta oturan İkinci Abdülhamid’den seçim sandığını sembolik hale getiren Cumhuriyetin tek parti idaresine kadar iktidar sahiplerinin siyasi refleksleri hep aynıdır. 27 Mayıs askeri darbesine maruz kalıp lideri hukuksuz bir şekilde idam edilen Demokrat Parti de bundan azade değildi.
Bilindiği gibi Türkiye’de 1946’ya kadar “tek parti” vardı seçime katılan. Milletvekili aday listeleri Ankara’da hazırlanıyor, vatandaş sandığa gidince oyunu şeffaf bir şekilde kullanıyor ve sonra bu oylar gizlice sayılıp tasnif ediliyordu! Tek partinin adaylarının tamamı merkezde belirlense de bazen bazı bölgelerde bağımsız adayların seçime katılmasına da izin verildiği için bu yöntem gerekliydi.
Buna rağmen seçim dönemlerinde oldukça canlı propaganda çalışmaları da yapılıyordu. Adaylar bölgelerine gidiyor, vatandaşla görüşüyor, nutuk atıyor, vaatlerde bulunuyorlardı. Bunun sebebi ne olursa olsun vatandaşın oyunun değerli kabul edildiğinin gösterilmesi ve parti ile toplum arasında bir bağ olmasına ihtiyaç duyulmasıdır. Cumhuriyetimizi kuran kadrolar Meşrutiyet devrinin çok partili serbest seçimlerini devam ettirmenin devlet yönetiminde anarşiye yol açacağından korkuyorlardı korkmasına ama halktan kopuk bir idarenin uzun ömürlü olamayacağını da iyi biliyorlardı. Onun için sandıkta açık oy gizli tasnif yöntemini kullanmalarına rağmen seçim propagandalarını geçmişte alışıldığı şekliyle devam ettirerek hiç değilse toplumla irtibatlarını elde tutmak istiyorlardı.
Seçim propagandasının gerçek anlamına yeniden kavuşmasına 1946’da şahit oldu Türk halkı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından “harici zaruretler” dolayısıyla tek parti sistemi terk edilip “demokrasiye geçiş” kararı alınınca muhalif partiler ortaya çıktı. CHP’den ayrılan“Dörtlü takrir”cilerin kurduğu Demokrat Parti bunların en iyi örgütleneni oldu.
Tek parti idaresinin yanlışları ve kötü yönetimi halkı perişan etmiş, aydınlar baskılardan bizar olmuş, gençler nefes alabilecekleri bir serbestlik ortamı arayışı içine girmişlerdi. “Yeter Söz Milletin”sloganıyla sahneye çıkan DP bütün bu kesimlere özgürlük, hukuk ve demokrasi vadediyordu.
Seçimde eski usulün takip edildiği 1946’da “başarılı olamayan” parti 1950’de büyük bir sandık zaferi kazanarak iktidara geldi. Özgürlük, hukuk ve demokrasi yolunda beklenen adımları bir bir atması bekleniyordu artık. Ancak iktidarın yeni sahipleri bunu yapmak yerine CHP’nin yönetim tarzını sürdürmeye karar verdiler. Muhalefetteyken ortaya attıkları kuvvetler ayrılığının tesisi için yargı bağımsızlığının sağlanması, bir Anayasa Mahkemesi kurulması gibi görüşler iktidara geldikten sonra unutuldu. Tek parti devrinin sonlarında başlatılan demokratikleşme adımlarından bile geriye dönüldü. 1946’da üniversitelere bilimsel ve idari özerklik veren bir yasa getirilmiş, Matbuat Kanunu’nun hükümete gazete kapatma yetkisi mahkemelere devredilmiş ve basın suçları affedilmişti. CHP’nin Meclise getirdiği bu tasarıya destek veren DP lideri Menderes “Gazete ve dergilerin kapatılabilmesi basın hürriyeti için gayet ağır bir baskıdır” demişti.
1950’de basının büyük kısmının desteğiyle iktidara gelen DP geri kalanları da kontrol altına alabilmek için 1951’de daha önce bütün gazetelere eşit olarak dağıtılan resmi ilanların artık hükümetin belirleyeceği ölçülerde verilmesini öngören bir kararname çıkardı. Bazı gazetelerde hükümete yönelik eleştirilerin önü alınamayınca 1953’te basın özgürlüğünü sınırlandıran bir yasa değişikliği yapılacaktı.
Yine daha 1951’de TCK’daki 141 ve 142. maddeler ağırlaştırıldı. 163. maddenin ise kapsamı genişletildi. Bu düzenlemelerle hem sol hem de sağ fikir neşriyatı baskı altına alınmaya çalışıldı. Oysa 1949’da CHP’nin TBMM’ye getirdiği aynı içerikteki Sağcılık ve Solculukla Mücadele Kanunu’na DP “antidemokratik” diyerek şiddetle karşı çıkmıştı.
Nurettin Topçu’dan Nihal Atsız’a, Arif Nihat Asya’dan Remzi Oğuz Arık’a kadar önde gelen milliyetçi muhafazakâr aydınların oluşturduğu “sağ camianın çatı örgütü” durumundaki Türk Milliyetçiler Derneği de 1953’te bir bahaneyle kapatıldı. 1954 başlarında ise sağ cenahtaki siyasi muhalefetin temsilcisi Millet Partisi kapatıldı. Bilahare bu partinin yerine kurulan Cumhuriyetçi Millet Partisi’nin en yüksek oy aldığı iki ilden biri (Malatya) ikiye bölünerek, diğeri (Kırşehir) ilçe yapılarak cezalandırıldı.
DP iktidara geldikten sonra vaktiyle şikayet ettiği adaletsiz seçim sistemini değiştirmediğinden 1954 seçiminde oyların 58’ini alarak Meclisteki sandalyelerin yüzde 93’ünü kazandı. Ardından “bir sonraki seçimi garantiye almaya” yönelik girişimler başladı. Çünkü ilk yıllarda ABD’nin sağladığı dış yardımlar ve ucuz krediler sayesinde büyüyen ekonomide sıkıntılar başlamıştı. Bunun oy kaybını arttıracağı belliydi.
Seçim yasasında yapılan değişikliklerden biriyle partilerin seçim döneminde -o günün en mühim iletişim aracı olan- radyoda konuşma hakkı kaldırıldı. Ancak hükümet mensuplarının radyoda yapacakları konuşmaların seçim propagandası sayılmayacağı hükme bağlandı!
1955’te gerçekleştirilen yerel seçimleri muhalefet boykot etti. CHP ile CMP’nin girmediği ve katılımın da yüzde 37’de kaldığı seçimde bağımsız adayların aldığı yüzde 28 oranındaki oy DP yönetiminde paniğe yol açtı.
1957 seçimleri öncesi yine Seçim Kanununda değişiklikler yapmaya başladılar. Bu dönemde -özellikle basın özgürlüğüne yönelik- izlenen baskıcı politikalara itiraz ederek DP’den ayrılan bir grubun teşkil ettiği Hürriyet Partisi’nin CHP ve CMP ile seçim ittifakı yapma girişimini engellemek için harekete geçildi. Öncelikle partilerin ortak liste çıkarmaları yasaklandı. İşi iyice garantiye almak için, seçimden en az altı ay önce eski partilerinden ayrılmamış olanların başka parti listesinden aday olamayacağı şartı getirildi.
Bu sayede DP 1957 seçiminden de birinci parti olarak çıkmayı başardı. Ancak özellikle Anadolu şehirlerinde oyları büyük ölçüde düşmüştü. Bu seçimde Adana, Çankırı, Elazığ, Erzincan, Gümüşhane, Hatay, Maraş, Mardin, Niğde, Ordu, Sivas, Tokat, Urfa, Uşak ve Van DP’den CHP’ye geçti.
27 Mayıs darbesi olmasaydı büyük ihtimalle en geç 1961’de yapılacak seçimle ülkede iktidar değişimi yaşanacaktı. Darbeciler buna izin vermediler, işledikleri hukuk cinayetiyle de toplumdaki kamplaşmayı keskinleştirdiler.
Türkiye’de darbe geleneğini başlatan 27 Mayısçı cuntanın halka vaadi de “hukuk ve demokrasi”ydi aslında. Ama çok geçmeden uyduruk suçlamalarla halkın seçtiği başbakanı ve iki bakanını astılar. Yeni kurulan partilerin bir kısmının seçime katılmasına izin vermediler. İzin verilen partilerin ise aday listelerinin tespit süreçlerine bile karıştılar. Prof. Ali Fuat Başgil’in Cumhurbaşkanı adaylığını silah tehdidiyle engellediler. DP yanlısı kalemleri hapse attılar. Üniversitelerde karşıt görüşlü akademisyenleri biçtiler.
Sonra da 27 Mayıs darbesiyle ülkeye hukuk ve demokrasi getirildiğine halkın inanmasını beklediler.