Osman Kavala ve diğerleri meselesi...

Siyasetteki yumuşama emarelerinden önce gündeme getirilmiş, hatta adım atılması önerilmişti. Haliyle, "Durup dururken nereden çıktı?" sorusunu haklı kılan tepkiler de birbirini izlemişti. Net tavır koyan da oldu, "Neden olmasın?" diyen de...

Osman Kavala... Can Atalay... Selahattin Demirtaş...

Yakın siyasi tarihimizin üç önemli dönüm noktası söz konusu...

I- Gezi Olayları... II- 6-8 Ekim Kalkışması... III- 15 Temmuz Darbe Girişimi...

Bu üç hadise... Sanılanın aksine sadece siyaseten değil, "devletin kolektif aklını oluşturan en geniş zeminde" de tartışılmış.

Meselelere, bugünün gözlüğü ile bakıldığında, belli yüzleşmeler hakiki manada tamamlanmadan, bir tarafı memnun etme adına, bahse konu üç büyük sarsıntının bedelini ödeyenlere fatura kesilmesi veya jest beklenmesi -şimdilik- gerçekçilikten uzak!

Şöyle bir arşiv taraması yaptım ve gördüm ki...

Osman Kavala Dosyası, devletin zirvesini ciddi şekilde meşgul etmiş. Özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulanmaması gerekçesi ile Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'nde Türkiye aleyhine "ihlal prosedürü" başlatılmadan önce...

Avrupa Konseyi, demokrasi okulu olarak kabul ediliyor ve yaygın olarak bilinenin aksine Avrupa Birliği'nin bir organı olarak faaliyet göstermiyor. Konsey'in Parlamenterler Meclisi Başkanlığı'nı eski Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da üstlenmiş ve gayet etkileyici izler bırakmıştı.

Dönelim Kavala ajandasına... Ankara'da yapılan değerlendirmelerde... Osman Kavala'nın, Gezi olayları ile ilgisine, etki ajanlığına, küresel ilişki ağının yaygınlığına ve kendisini kamufle ederek yani mümkünse iz bırakmadan iş yapma biçimine ilişkin tereddüde mahal bırakmayacak kanaatler oluşmuş. Bu işin daha çok sübjektif boyutu. Devlet açısından objektif olarak analiz edildiğinde ise "Kavala'nın cezaevinde olması ile adli kontrol ve yurtdışı çıkış yasağı kaydı ile tahliyesi" arasında uluslararası ilişkiler açısından stratejik maliyet analizi yapıldığı anlaşılıyor. Kavala'nın organizasyon şemasının çökertildiği, benzeri faaliyetlere kalkışamayacağı, bu profilin her yönüyle deşifre edildiği fikri de beyan ediliyor. Siyasal ve hukuki apse durumunun Türkiye'nin dış algısına olumsuz yansıdığı da bu görüşlere ekleniyor. Buna rağmen... Gezi'nin kalkışma boyutu orada durduğu (veya inkâr edildiği) müddetçe, yargı mekanizmasının radikal yorum değişikliğine gitmesini beklemek (hatta istemek) çözümden ziyade sorun boyutunda duruyor. İş ki... Kararın niteliğini etkileyecek yeni bir delil veya ifade ortaya çıkmasın!

Benzeri muhakeme biçimi Atalay ve Demirtaş dosyalarına uyarlanabilir... Tabii istisnai ayrıntılarla...

Atalay'ın milletvekili seçilmiş olması, hakkındaki hükmün kesinleşme zamanlaması, AYM'nin bireysel başvuru yoluyla verdiği ihlal kararı, ilk derece mahkemesi ile Yargıtay'ın bu noktadaki tutumu, AYM'nin hangi kararlarının bağlayıcı olduğu tartışması halâ gündemden düşmüş değil. Bu tabloya, Yargıtay Başkanlığı seçiminin giderek yılan hikâyesine dönmesini eklemek de yadırgatıcı olmaz. Zira başkan adayları arasında Atalay hükmünün tesis edilmesi ya da bu kararın savunulması boyutunda sorumluluk üstelenen isimlerin de olması başlı başına dikkate değer.

Demirtaş mevzuu da hayli kompleks... 6-8 Ekim Hadisesi; milli güvenlik bağlamında kritik bir dönemde, etnik temelli, bölücü kalkışma provası olarak başlatıldı ve giderek yayıldı. Terör örgütü ve isim değiştirmiş versiyonlarına yatırım yapan küresel güçlerin oyun planı bozulmadıkça, terörle siyaset arasına keskin çizgi çekilmedikçe Demirtaş dosyasına "dilek ve temenni" esaslı bakılması da realiteyi değiştirmiyor.

Kabul... Üç isim, üç dosya, iç ve dış taraftarları Türkiye'nin omuzlarındaki yükü giderek artırıyor.

Lakin...

Güncellenmiş hali ile 2025 yılında yürürlüğe girmesi hedeflenen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi'nin, "dün-bugün-yarın" hassasiyetini ve risk tahlilinin ipuçlarını bulmadan, bölgemizdeki şekillenmeleri okumadan, sadece "iyi niyetle iklimi değiştirmek çok zor!"