Geçen yazımda, Özgür Özel’in partisinin son seçim zaferinin nedenlerini sayarken “en temelinde, en özünde” vurgusuyla dile getirdiği, “MYK’ya da anlattım” dediği maddenin “tarihi” önemde olduğunu söylemiştim. Hatırlayacaksınız, bir televizyon söyleşisinde sarf etmişti bu sözleri ve hiçbir yerde referans verilmediği, hiçbir yerde haberleştirilmediği için tam olarak ne söylediğini aktarmayı üzerime vazife edinmiş, söyleşinin bu bölümünü Halk TV’nin YouTube kanalından bir daha izleyerek tümünü deşifre etmiştim.
“Sayın genel başkan, nasıl kazandınız?” sorusuna cevap olan o sözleri bir daha hatırlayalım:
“En temelini söyleyeyim, inandığım, en özünde olanı… Bunu bizim MYK’ya da anlattım. Devletle millet yarışırsa millet kazanır. Kurucu irade refleksi bazen CHP’nin gündelik yöneticilerini hep devletin tarafında olmaya itiyor. Devletin tarafında olduğunuzda milletin tarafında bazen olamıyorsunuz. Biz bu seçimde milletin tarafında yer aldık, onlar devletin tarafında yer aldı. Bütün dünya siyasetinde böyledir bu. Devletle millet karşı karşıya gelirse er ya da geç millet kazanır.”
Özgür Özel’in başkaca önemli detaylar da içeren konuşmasını aktardıktan sonra, o yazıyı, okumakta olduğunuz bu yazıya bağlayan şu paragrafla tamamlamıştım:
“Ben, Özgür Özel genel başkan seçildikten sonra CHP kadrolarından gelen açıklamalardan yola çıkarak, CHP’nin sırtındaki devlet gömleğini çıkarma hususunda pek de istekli olmayacağının anlaşıldığını öne süren birkaç yazı yazdım. O kadar da değil; CHP’nin ‘sivil’ bir parti olma iradesine dair 20 yıldır böyle yazılar yazıyorum. Şimdi, seçimlerin ardından CHP liderliğinin, elde ettiği özgüvenle bu alanda cesur adımlar atabileceğine dair umutlu bir tablo çıktı ortaya. Sonraki yazıda bu tablonun serpilip gelişmesi ya da yarı yolda boğulması ihtimallerini ele alacağım.”
“28 Şubat’ta ordu bir sivil toplum örgütü gibi çalıştı”dan (Deniz Baykal), “Devletle millet karşı karşıya gelirse er ya da geç millet kazanır”a (Özgür Özel)
Son yazının finalinde söylediklerim kesinlikle bir özeleştiri değil. Hayır, o yazılarda anlattığım CHP’nin ve CHP tabanının yazdıklarımın tümünü hak ettiğini düşünmeye devam ediyorum. Sadece parti liderliğinde temel ideolojiyi değiştirme yönünde bir çaba gördüğümü söylüyorum ve şu sorunun cevabını arıyorum: Acaba CHP, Özgür Özel’in sözleriyle kuvveden fiile çıkan ‘devlet gömleği’ni sırtından atmada ne kadar kararlı ve tabanıyla bu hususta anlaşabilecek mi?
2010 tarihli bir yazımın başlığı: “’Özgürlükçü’ CHP yüzde 25’i bile göremez”
CHP tabanı hakkında geçmiş yıllarda neler mi yazmıştım? Kabaca özetlersem:
2010’da, Baykal döneminin sonlarında, yani CHP’nin Kürtlerin ‘memnu’ haklarının iadesi, başörtüsü yasağı gibi konularda devletle tıpatıp aynı çizgide olduğu yıllarda, CHP’nin yüzde 25’lik seçim gömleğini yırtabilmesi için yasakçı çizgisinden vazgeçmesini öneren liberallerle polemik niteliğinde, başlığı “’Özgürlükçü CHP yüzde 25’i bile göremez!” olan hayli provokatif bir yazı yazmıştım. Şöyle diyordum yazıda:
“Baykal’ın ‘çarşaf açılımı’ndan itibaren CHP üzerine yazdığım bütün yazılarda, bu partinin tabanını oluşturan ve kendileri için ‘laik’, ‘çağdaş’ gibi sıfatları uygun gören kesimlerin ruh haline işaret ederek, başkanlar ve yönetimler istese de CHP’nin değişemeyeceğini anlatmaya çalışıyorum. Keza yukarıda tanımlamaya çalıştığım ‘CHP ancak yasakçılıktan vazgeçerse yüzde 25 zincirini kırabilir’ ezberinin altında da, ‘laik-çağdaş-kentli’ kalabalıkların son 20 yılda geçirdiği ideolojik dönüşümü ve bu dönüşüme eşlik eden ruh halini hesaba katmamanın yattığı kanaatindeyim.”
Kanaatim oydu ki bu 20 yılda (kabaca 1990-2010 arası) CHP tabanı “korkutularak siyaseten alıklaştırılmış” bir kitleye dönüştürülmüş, korkutanların istedikleri gibi yoğurabileceği bir oyun hamuru haline gelmişti.
Peki bu süreç nasıl yaşanmıştı? Yazdığım yazılarda bu sorunun cevabını 1960’lar, 70’ler ve 80’ler boyunca ‘merkez’e akın eden ‘barbarlar’ın ciddiye alınabilir bir siyasi güç elde etmeye başladıkları 1990’ların başlarında aramaya başlamak gerektiğini söylüyordum.
1990’ların başında Berlin Duvarı’nın yıkılmasından, bilahare Sovyet blokunun dağılmasından sonra Batı, ‘komünizm tehlikesi’ne alternatif teşkil edebilecek yeni bir tehlike aramış ve bulmuştu: Siyasal İslam.
Böylece, Türkiye’de Soğuk Savaş dönemi boyunca halkı vesayet altında tutmada yararlanılan ‘komünizm tehlikesi’nin yerine hangi ‘tehlike’nin ikame edileceği de ortaya çıkmış oluyordu.
O andan itibaren, mümkün en geniş kesimleri, tehlikenin suni değil gerçek olduğu hususunda ikna etmek için büyük bir kampanya başlatılmıştı. Elbette faaliyetin ağırlıklı bölümü, teokratik bir İslam devletinden en büyük zararı görecek kesimler üzerinde uygulandı. Amaç, bu kesimleri kısa vadede korkutarak terörize etmek, orta ve uzun vadede ise ‘siyaseten alıklaştırılmış’ kalabalıklar hâline getirmekti.
1993’e gelindiğinde, ‘laik aydın cinayetleri’ ve başka araçlarla bu kesimlerin ‘terörize edilmesi’ sağlanmıştı. Uğur Mumcu’nun cenaze töreni bunu açıkça göstermiş, ‘devlet’le CHP ‘milleti’ bir araya gelmişti.
İşte o andan itibaren CHP, iktidar hayallerini iştah açıcı bu ‘laik kabarma’ üzerine kurma kararı almış, kendisini, vesayetçi güçlerin bir projesi olan ‘laikleri irticayla korkutma’ faaliyetinin bir parçası derekesine indirmişti.
Elbette CHP tabanının hissettiği korku sadece bir vehimden ibaret değildi. Özellikle 2002’deki iktidar değişikliğinden sonra yalnız siyasi değil, iktisadi ve sosyal alanlarda da gerçek bir iktidar kaybına uğramaktaydılar.
Bu gerçek kayıp ‘irtica korkusu’ ile birleşince gerçek ve büyük bir tepkiye dönüşmüş, tepki, bütün bunların müsebbibi olarak görülen AK Parti’ye yönelmişti.
AK Parti’nin başlarda dile getirildiği gibi geçici bir ‘konjonktür partisi’ olmadığının ortaya çıkmaya başlamasıyla birlikte, bu kesimlerin yegâne politik hedefi ‘iktidardaki düşman’ı iktidardan uzaklaştırmak haline gelmiş, zamanla da bu amaç doğrultusunda kullanılabilecek bütün araçları ‘meşru’ görme noktasına varmıştı (darbe dahil).
Kanaatimce 2010 civarında, yani CHP’de Kılıçdaroğlu döneminin başladığı tarihlerde CHP tabanını oluşturan kesimlerin siyasi pozisyonları, ufukları ve duyguları işte böyleydi ve bu ‘taban’ı analize katmaksızın ‘tavan’ üzerinden birtakım siyasi öngörülerde bulunmanın hiçbir geçerliliği yoktu.
Tabii bütün bu hikâyenin temelinde, devletin hâlâ ‘bizim’ olduğu varsayımı ve devletin hasbelkader hükümet olmuş bir partiyi er ya da geç göndereceğine dair inanç yatıyordu. (O yıllardaki “devlet iyi – hükümet kötü” vurgusunu hatırlayalım.)
Tam zamanı
Ne zaman ki bu varsayım ve inanç zayıflamaya, devletin ‘onların’ olduğu gerçeği görülmeye başladı, işte o zaman CHP tabanındaki devlet algısı da, sempatisi de değişmeye başladı.
Öte yandan devlet, beka söylemlerinin seçim kazanmanın ve iktidarda kalmanın aracı olarak kullanılmasının sezilmesi tersi yönde bir süreci de harekete geçiriyor, bunların üzerindeki kutsallık hâresini silikleştiriyor.
Günümüzde tablo şöyle:
“Milletin partisi AK Parti”nin yıllardır süregelen ve artık dozu iyice kaçmış ‘devlet’ kutsamaları ve devlet adına yapılan tehditler, AK Parti’nin içinde bile itirazlara uğruyor… Laik-seküler kimlikli muhalif bireyler ise bir zamanlar ‘devlet’e karşı besledikleri muhabbetten çok uzaktalar; çünkü artık devlet ‘bizim’ değil ‘onların’… Ve tabii büyük seçim zaferiyle özgüven ve prestij kazanmış, bu yönüyle tercihlerinin tabanda teveccüh görme ihtimali misliyle artmış bir liderlik…
İşte bu tablo CHP liderliğine CHP-devlet ilişkisini yeniden düşünme hususunda büyük bir imkân sağlıyor. Yani: Liderlik kararlıysa denklemi dönüştürmenin tam zamanı.