Yerel Seçimlerin Topoğrafyası – 1

PROF. DR. NURAY MERT-SİYASET BİLİMCİ

Seçime katılım oranının 1961 genel seçimlerinden beri en düşük seviyede olduğu tespiti yapılmakta ve bu düşüklükte ağırlıklı olarak AK Parti seçmeninin etkili olduğu ileri sürülmekte. AK Parti’nin yenilgisinde bunun payı var mıdır? Başka hangi dinamiklerin etkili olduğunu düşünüyorsunuz? AK Parti, seçmeninin verdiği mesaj(lar)ı almış görünüyor mu? 2028 seçimlerine kadar bu mesajları alarak hayata geçirecek kurumsal ve söylemsel kapasiteyi inşa edebilir mi?

Muhalif seçmenin daha çok motivasyonun olduğu belli. Ama katılmayanların çoğunun AK Parti’nin seçmeni olduğu varsayılırsa da, motive edememek de bir seçim mağlubiyetidir. Diğer taraftan, ‘AK Parti seçmeni’ni sabit bir kategori olarak görmemek lazım. Evet, 20 yıldır bu partiye oy veren bir oran var, ama illa aynı kalacak diye bir şey yok. Eskiden de ‘merkez sağ seçmen’ diye bir sabit kategorinin olduğu varsayılırdı, bu nedenle uzun süre AK Parti’nin merkeze yerleştiği kabul edilemedi. Hatta, Altılı Masa ittifakı sürecinde de, sağ partilerle ittifak bu mantık üzerine oturtuldu, sonuç ortada. 

AK Parti’nin oy kaybetmesinde en büyük etkenin ekonomik kriz olduğu tartışılmaz. Ekonomik kriz de sonuçta doğal afet değil, 20 yılı aşkın süredir ülkeyi yöneten bir partinin bunun sorumluluğundan sıyrılması mümkün değildi. Diğer taraftan iktidar şımarıklığı, iktidara dayalı zenginleşme, toplumsal sorunları hiçe sayma, ideolojik siyasete yüklenme bu krizin etkisine katkıda bulundu diye düşünüyorum. Cumhurbaşkanı’nın ‘ruh kaybı’ndan söz etmesi bu gerçeklere işaret ediyor, ancak o ruh çoktan kaybolmuştu, muhalefetin zayıflığı bu gerçeğin farkeldilmesini geciktirdi. AK Parti’nin seçim sonrası bu mesajları alıp almadığını görmek için daha çok erken. Aldıysa da bu konuda ne yapabileceğini tahmin etmek de zor. Boşalmış bir hazine ve üretime dayalı olmayan büyüme politikalarının ortaya çıkardığı tabloya bir de küresel ekonomik kriz eklendi. Ekonomist değilim ama bu çapta bir krizden çıkışın hiç de kolay olmadığı ortada. 

MUHALEFETİN MORAL ÜSTÜNLÜK KAZANDIĞI KESİN AMA SONRASI NASIL GELİR BUNU DA TAHMİN ETMEK ZOR

Muhalefetin -özellikle CHP ve DEM Parti’nin- seçim sonucunda aldığı galibiyetin arkasında hangi dinamiklerin yattığını düşünüyorsunuz? Aday belirlemede yaşanan tartışmalar, ikili liderlik görüntüsü, yüksek performans göstermeyen belediyecilik modeline rağmen AK Parti karşıtlığı ve partizanlığın etkili olduğu argümanları ne derece doğru? Muhalefetin seçim başarısı bir dönüm noktası olarak görülebilir mi? Muhalefet, bu dönüm noktasını 2028’lere taşıyacak kurumsal ve söylemsel kapasiteyi inşa edebilir mi? 

Yukarda sözünü ettiğim etkenlerin sonucu olan dinamikler, dahası artık üzeri örtülmeye bile çalışılmayan haksızlık, hukuksuzluk tabloları, her alanda partizanlık, başkanlık sisteminin darboğazları, daha saymaya gerek var mı? Sonunda CHP, bu tabloyu dile dökme becerisi gösteren bir yönetime kavuştu. Yerel dinamiklerin büyük ölçüde iyi değerlendirilmesinin de bu galibiyete etkisi olduğu görünüyor. Bu arada, muhalefetin belediyecilikte ‘yüksek performans’ göstermediğini nereden çıkarıyorsunuz? Yüksek performanstan neyi kastettiğinizi bilemiyorum, ama özellikle İstanbul ve Ankara’da iktidarın tüm engelleme çabalarına karşı gösterilen performansı küçümseyemeyiz.    

‘DEM Parti’nin aldığı galibiyet’ten de neyi kastettiğinizi anlayamadım. DEM Parti’nin bölge belediyelerinde başarısını koruması şüphesiz önemli. Ancak büyükşehirlerdeki performansı tartışmalı bir konu olmaya mahkûm. DEM Parti seçmeninin bazı şehirlerde CHP’ye oy vermiş olmasını ‘örtük bir ittifaka’ yormak konusunda dikkatli olunmalı. Bu oyların kaçının kazanacak aday diye CHP’ye gittiği, kaçının büyükşehirlerin kendi dinamikleri sonucu DEM’den uzaklaştığı henüz belli değil. Sonuçta, Leyla Zana’nın ‘sakın CHP’ye oy vermeyin’ kampanyası boşa düşmüş oldu. Zana kimi ne kadar temsil eder tartışılır, ama Kürt siyaseti adına konuştuğu kesindi. Bence Kürt siyasi hareketi ciddi bir duraklama dönemi yaşıyor, bu sadece yerel seçim sonuçları ile bağlantılı değil. Tam tersine, genel siyaset söylemi bir türlü kendini yenileyemiyor, parti içinde farklı yaklaşımlar açıkça tartışılamıyor. ‘Hendek siyaseti’nden bu yana, uzun süredir devam eden ‘kol kırılır yen içinde kalır’ anlayışı, Kürt siyasetinin yararına değil zararına işliyor. Ciddi bir seçmen karşılığı olmasa da, Türkiyeli sol demokratların DEM’den uzak durması konusu bile gözden uzak tutuluyor. Ancak bu sonuncusu, daha önce Kürt siyasetine destek veren ‘sol demokratların’ açıkça eleştirmek ve tartışmak yerine usluca uzaklaşması nedeniyle oldu. 

Bu seçimin, muhalefetin moral üstünlük kazandığı bir başlangıç olduğu kesin ama sonrası nasıl gelir bunu da tahmin etmek zor. Ben bu kadarının bile Türkiye için çok hayırlı bir gelişme olduğunu düşünenlerdenim.  

“CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKUMET SİSTEMİ LİDER EKSENLİ BİR SİYASET ANLAYIŞINA DAYANDIĞI İÇİN AK PARTİ KURUMSAL KAPASİTESİNDE BÜYÜK BİR AŞINMA YAŞAMIŞTIR”

PROF. DR. AHMET YILDIZ-FATİH SULTAN MEHMET VAKIF ÜNİVERSİTESİ

Seçime katılım oranının 1961 genel seçimlerinden beri en düşük seviyede olduğu tespiti yapılmakta ve bu düşüklükte ağırlıklı olarak AK Parti seçmeninin etkili olduğu ileri sürülmekte. AK Parti’nin yenilgisinde bunun payı var mıdır? Başka hangi dinamiklerin etkili olduğunu düşünüyorsunuz? AK Parti, seçmeninin verdiği mesaj(lar)ı almış görünüyor mu? 2028 seçimlerine kadar bu mesajları alarak hayata geçirecek kurumsal ve söylemsel kapasiteyi inşa edebilir mi?

Muhalefetin -özellikle CHP ve DEM Parti’nin- seçim sonucunda aldığı galibiyetin arkasında hangi dinamiklerin yattığını düşünüyorsunuz? Aday belirlemede yaşanan tartışmalar, ikili liderlik görüntüsü, yüksek performans göstermeyen belediyecilik modeline rağmen AK Parti karşıtlığı ve partizanlığın etkili olduğu argümanları ne derece doğru? Muhalefetin seçim başarısı bir dönüm noktası olarak görülebilir mi? Muhalefet, bu dönüm noktasını 2028’lere taşıyacak kurumsal ve söylemsel kapasiteyi inşa edebilir mi?  

CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKUMET SİSTEMİ LİDER EKSENLİ BİR SİYASET ANLAYIŞINA DAYANDIĞI İÇİN AK PARTİ KURUMSAL KAPASİTESİNDE BÜYÜK BİR AŞINMA YAŞAMIŞTIR

İzninizle her iki sorunuzu birleştirerek cevaplamak isterim. 31 Mart’ta gerçekleşen yerel seçimler, Türkiye siyasi tarihi açısından önem taşıyan bazı ilklerin gerçekleştiği bir seçim oldu. Öncelikle şunu not etmek gerekir: Türkiye’de kamuoyu araştırma anketleri, sonucu etkilemeye dönük “partizan” bir nitelik kazanmış durumda. Pek azını istisna edebileceğimiz kamuoyu araştırma şirketleri, elde ettikleri verileri seçmen davranışını etkilemeye dönük olarak seçici bir şekilde sunmakta, bu da seçmeni bu verileri filtreleyerek partizan bir çerçeve içinde algılamaya götürmektedir. Bu durum, gerçek-ötesi bilişsel çerçevenin politik bir yansıması olarak değerlendirilebilir.

Türkiye, demokratik sistemin kısmen seçimler dışında yerleşik hale gelemediği bir ülke olduğu için seçime katılım oranlarının nispi yüksekliği, siyasi iktidarın vatandaşlık ekseninde kurumsallaşmak yerine kaynakların iktidar temelli sekter dağılım aracı olmasının bir tezahürüdür. Siyasi kültürümüz muhalefeti, fesat kaynağı olarak değerlendiren bekacı bakışın negatif bir unsuru olarak kodlarken, iktidarı kontrol etmeyi de bir beka meselesi haline getirmektedir. Bu durum eşitliğe dayalı kapsayıcı vatandaşlık anlayışını zayıflattığı ölçüde siyasetçi-seçmen ilişkisini de himaye eden-edilen ilişkisine dönüştürmektedir. Bu yüzden seçimlere katılım Türkiye’de her zaman anlamlı ölçüde yüksek olmuştur. Katılımın son 10 yıldaki en düşük oran olan 78,6’da kaldığı 31 Mart seçimleri bu olguyu teyit eden bir “istisnadır”. Seçmen, özellikle de AK Parti seçmeni, siyasi tercihini anlamlı bir oranda sandığa gitmeyerek ortaya koymuştur. AK Parti’nin görece yüksek oy aldığı seçim bölgelerinde katılım ciddi düşüşlere işaret ederken, aynı durum CHP ve DEM’in güçlü olduğu bölgelerde nispi olarak çok daha düşük seyretmiştir. Bu açıdan Adıyaman’ı karakteristik bir örnek olarak hatırlamak gerekir. Sonuç, AK Parti’nin Doğu Karadeniz-Orta Anadolu hattına sıkışması olarak belirginleşirken buralarda bile, Rize ve Kayseri’de olduğu gibi, kazanırken ciddi oy kayıpları yaşaması olmuştur.

AK Parti seçmeni, 14-28 Mayıs’ta ötelediği değerlendirmeyi 31 Mart’ta sandığa gitmeyerek ya da Yeniden Refah Partisi’ne yönelerek yapmıştır. Bu oyların “yeter artık” içerikli bir cezalandırma motivasyonu ile CHP ve yer yer DEM’e yöneldiği söylenebilir. Bu oy geçişkenliği, muhafazakâr ve milliyetçi seçmenin pragmatizmi kadar ilkesel duyarlılığı ile de ilişkilendirilebilir. AK Parti’deki “İslamcı” çekirdek ile CHP’deki Kemalist-ulusalcı-laisist çekirdeği istisna edersek, aslında buna DEM seçmeninin parti kimliğini siyasal var oluş biçimi olarak görmesi de eklenebilir, yerel dinamiklere bağlı olarak genelleşen “tepkisel” bir seçmen davranışından bahsetmek mümkündür.

AK Parti’de Cumhurbaşkanı dışında siyaset yapabilme yetkinlik ve kapasitesine sahip ikinci bir figürün bulunmayışı, parti kadrolarının sorumluluk almayan, yanlışları da doğruları da sadece Cumhurbaşkanı’nın belirlediği maslahatçı niteliği, deprem, hayat pahalılığı ve Gazze soykırımı karşısında İsrail ile sürdürülen ticari ilişkilerin örneklediği eylem-söylem tutarsızlığının işaretlediği acziyet durumu, güvenlikçi imaları sürdüren ve muhalefeti şeytanlaştırmaktan öte kurucu mesaj içermeyen seçim kampanyasının birleşmesi, CHP’nin 1977’den sonra ilk defa birinci parti olmasını sağlayan bir sonuca kapı araladı. 

Cumhurbaşkanlığı Hükumet Sistemi lider eksenli bir siyaset anlayışına dayandığı için AK Parti kurumsal kapasitesinde büyük bir aşınma yaşamıştır. Tek Parti döneminde Atatürk’ün kurucu karizması, çoğunlukla İnönü’nün bürokratik rasyonalizmi tarafından filtrelenmiş, süreç içinde liderden bağımsızlaşan bir kurumsal kapasite inşa edilebilmiştir. AK Parti’de liderden bağımsız bir siyaset kapasitesinin bulunmayışı, başarıyı da başarısızlığı da “kişiselleştirirken”, 2028 seçimleri için ciddi bir handikaba da işaret etmektedir. 

CHP, “DİNDARLARI RAHATSIZ ETMEYEN” POLİTİK BİR TUTUM VE SÖYLEMİ KAMUSALLAŞTIRMAYI BAŞARARAK YÜZDE 25’LİK CAM TAVANI KIRAN BİR SONUCA İMZA ATTI 

Buna mukabil, kazananın her şeyi aldığı Cumhurbaşkanlığı sisteminin kutuplaştırıcı karakteri, 31 Mart seçimlerinde başında CHP’nin bulunduğu siyasi muhalefet lehine işlemiş görünmektedir. Sosyal demokrat-ulusalcı Kemalist geriliminin belirleyiciliğinden kurtularak “helalleşme” söylemi ile dindar-muhafazakâr seçmenin “CHP alerjisini” kırma yolunda önemli bir adım atan CHP, “dindarları rahatsız etmeyen” politik bir tutum ve söylemi kamusallaştırmayı başararak, yüzde 25’lik cam tavanı kıran bir sonuca imza attı. Depremin sonuçlarının telafisinde yaşanan eşitsizlik ve gecikme ile emekliler gibi kesimlerin yıkıcı etkilerini iliklerine kadar hissettiği konut kiraları ve gıda fiyatları enflasyonunda somutlaşan alım gücündeki can acıtıcı gerileme, muhafazakâr-milliyetçi seçmen davranışını radikal bir değişime taşıdı. Kategorik kayyum atama sisteminin inkâra yöneldiği siyasi iradeleri konusunda titizlenen ve onu koruyabilecek politik alternatife yönelerek “stratejik oy” verme davranışını başarıyla uygulayan DEM seçmeni de CHP’yi birinciliğe taşıyan bir performansa imza attı.

Burada milliyetçi seçmene de bir paragraf açmak gerekiyor. MHP seçmeninin Cumhur İttifakı adayları yerine yer yer CHP adaylarına yöneldiği görülebiliyor. Bunda CHP’nin eskiden MHP’de siyaset yapmış aday tercihlerinin de payı bulunuyor. Milliyetçi-Kemalist çizgide “müstakil” bir siyaset arayışını temsil eden İYİ Parti’nin ise, politik konumunun önemli ölçüde tepkisel bir karakter taşıması, seçmeninin AK Parti karşısında kazanabilecek alternatife yönelme eğilimi, Akşener’de somutlaşan güvensiz liderlik ve ayrışarak belirginleşen somut politika eksikliği, bu partiyi muhalefetin seçimi kaybeden bileşeni olarak öne çıkardı. 

DEM Parti’nin seçmenini mobilize etme gücü, bu partiye karşı kullanılan kriminalize etme söyleminin PKK ile parti arasındaki makası ortadan kaldırmaya yönelmesi, siyaset alanının daraltılması ölçüsünde bu partiyi CHP ile işbirliğini stratejik ortaklığa götürmeye itmektedir.

Anılan çerçeve içinden 2028’e bakıldığında, CHP’nin dindar-milliyetçi ve DEM Partili seçmenleri kendi şemsiyesi altında birleştirecek söylemsel esneklikle yerel yönetim performansında yakalayabileceği başarı, bu partinin 2028’e bir “umut penceresi” olarak bakabilmesine kapı aralayacaktır. Öte yandan, ikinci on yılının bagajı altında zorlanan AK Parti, çok daha büyük problemleri çözmesi halinde 2028’de yeniden hayati bir ivme yakalayabilir. Hayat pahalılığını kontrol altına almak için uygulanacak “acı reçetenin” sınıfsal sonuçları, dindar kesimle semboller üzerinden yürütülen ancak pratik tutarlılıkla desteklenmeyen eklemlenme biçiminin komplikasyonları, bölgesel ve küresel güvenlik mimarisinin barındırdığı büyük riskler ve yeni seçmenlerin büyük ölçüde CHP’yi tercih etmesi ile partinin kurumsal kapasitesinde ortaya çıkan büyük aşınma, Erdoğan’ın omuzlarındaki yükü ağırlaştırmakta ve “şapkadan tavşan çıkmaması” halinde, 2024’ün 2028’e taşınma riskini beraberinde getirmektedir. 

“AK PARTİ İLE GENİŞ SOSYOLOJİLER ARASINDAKİ ENFORMASYON AKIŞININ TIKANMASI YA DA TEKELLEŞMESİ, PARTİ İLE GENİŞ KİTLELER ARASINDAKİ MAKASI AÇTI”

DOÇ. DR. TURGAY YERLİKAYA-İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ

Seçime katılım oranının 1961 genel seçimlerinden beri en düşük seviyede olduğu tespiti yapılmakta ve bu düşüklükte ağırlıklı olarak AK Parti seçmeninin etkili olduğu ileri sürülmekte. AK Parti’nin yenilgisinde bunun payı var mıdır? Başka hangi dinamiklerin etkili olduğunu düşünüyorsunuz? AK Parti, seçmeninin verdiği mesaj(lar)ı almış görünüyor mu? 2028 seçimlerine kadar bu mesajları alarak hayata geçirecek kurumsal ve söylemsel kapasiteyi inşa edebilir mi?

Hiç kuşkusuz seçime katılım oranındaki düşüklük AK Parti’yi doğrudan etkiledi. Fakat AK Parti’nin bu denli dramatik bir seçim sonucu elde etmesinin birtakım sebeplerinin olduğu açık. Bunlardan en önemlisi pandemi ve sonrasında hükümete yönelik hayat pahalılığı ve ekonomi üzerinden yöneltilen eleştirilerin kronikleşme tehdidi. Bir diğer etken de aday belirleme süreci ve partinin enformasyon kaynaklarındaki tıkanıklık. Özellikle aday belirleme sürecinde partiye mesafe geliştiren bazı aktörlerin diğer partiler ya da bağımsız aday olma tercihleri, birçok ilde AK Parti aleyhine bir tablonun oluşmasına neden oldu. Parti ile geniş sosyolojiler arasındaki enformasyon akışının tıkanması ya da enformasyon kaynaklarının tekelleşmesi sorunu da bu süreçte parti ile geniş kitleler arasındaki makası açtı. Türkiye genelinde olmasa da birkaç ilde Cumhur İttifakı’nın kendi içesindeki rekabeti her iki partiye de zarar verdi. Özellikle Kastamonu, Kütahya ve Amasya gibi illerde de Cumhur İttifakı adaylarının rekabetinden kaynaklı olarak CHP’nin kazanması ittifak bileşenlerinin üzerine muhasebe yapması gereken önemli bir husus. 

Bir diğer husus da uzun süredir parti içerisindeki elit sirkülasyonunun yeterince işlemediğine yönelik eleştiriler. Seçim sonuçları sonrasında yapılan tartışmalara bakıldığında bu başlığın önemli bir eleştiri konusu olduğu görülmektedir. Önemli bir konu da partide bürokratik geçmişi baskın olan kişilerin siyasetteki ağırlığına yönelik eleştiriler. AK Parti, geniş toplum kesimleri ile makası daraltan ve onlarla bütünleşen siyasetçilerin marifetiyle bugüne kadar önemli başarılar kazandı. Bu başarıyı sürdürmesinin yolu, bu tür aktörleri yeniden siyaset sahnesine dahil etmek ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin temel vaadinde olduğu gibi halk ile bütünleşmeyi maksimum seviyeye çıkarmaktan geçiyor.

AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı siyaset arenasında farklılaştıran ve tarihi bir lider yapan en temel husus, onun geniş kitleler ile kurduğu organik bağdır. Bu bağın sürdürülmesi ve siyasi istikrarın ekonomik istikrar ile desteklenmesi oldukça elzemdir. Partide yaşanacak bir değişimin sosyolojideki reaksiyonu içselleştirecek bir yeni politik vizyon ortaya koyması da partinin yaşadığı tıkanıklığı aşmasına yardımcı olacaktır. Erdoğan’ın özeleştiri mekanizmasının işletilmesi gerektiğine yönelik kuvvetli mesajı, partide birtakım değişiklikler olacağı beklentisini de kuvvetlendirmektedir. Bu tür değişiklikler yapılması ve mesajın alındığına yönelik politikalar geliştirilmesi durumunda AK Parti’nin toparlanması mümkün. Nitekim 2009 ve 2011 yılları ve 2015 içerisindeki seçimler (her ne kadar siyasi istikrar vurgusu baskın olsa da) partinin mesajı aldığında ne tür sonuçlar üretebileceğini gösteren örneklerdir.

İMAMOĞLU VE YAVAŞ’IN YAKALADIĞI RÜZGÂR, CHP’NİN BİRÇOK İLDEKİ BAŞARISINDA DA ETKİLİ OLDU

Muhalefetin -özellikle CHP ve DEM Parti’nin- seçim sonucunda aldığı galibiyetin arkasında hangi dinamiklerin yattığını düşünüyorsunuz? Aday belirlemede yaşanan tartışmalar, ikili liderlik görüntüsü, yüksek performans göstermeyen belediyecilik modeline rağmen AK Parti karşıtlığı ve partizanlığın etkili olduğu argümanları ne derece doğru? Muhalefetin seçim başarısı bir dönüm noktası olarak görülebilir mi? Muhalefet, bu dönüm noktasını 2028’lere taşıyacak kurumsal ve söylemsel kapasiteyi inşa edebilir mi? 

Tabii burada esas soru, 31 Mart seçimlerinde CHP’nin aldığı oy doğrudan bir parti başarısı mıdır? AK Parti seçmeninin önemli bir bölümünün oy kullanma noktasındaki protesto davranışı CHP’nin birinci parti olmasında önemli bir etken. Diğer bir husus ise CHP’ye sonradan eklemlenen ama siyaseten klasik CHP anlayışı ile arasına mesafe koyarak geniş kitleler ile etkileşim kurabilen Mansur Yavaş ve İmamoğlu gibi aktörlerin yarattığı atmosfer. Her iki ismin yakaladığı rüzgâr CHP’nin birçok ildeki başarısında da etkili oldu hiç kuşkusuz. CHP’nin bu rüzgâr ile 2028’e kadar varabilmesi ve Türkiye’nin yönetimine bir alternatif oluşturup oluşturamayacağı konusu ise muğlaklığını sürdürüyor. Nitekim değişim sonrasında partinin hangi konuda ne tür değişiklikler yapacağını ikna edici biçimde kamuoyuna aktarması oldukça mühim. Aksi takdirde CHP’deki değişimin sadece aktörel düzeyde yaşanan bir değişim olduğu algısı kuvvetlenecek ve partideki statüko varlığını sürdürecektir. Hiç kuşkusuz bu sonuçlar parti ve lider kadrosunda bir özgüven oluşturacaktır. Fakat burada seçmenin vermeye çalıştığı en önemli mesajlardan birisi de şudur; 14 ve 28 Mayıs’ta Erdoğan ve Cumhur İttifakı’na yönelik teveccühün sınırsız olmadığını göstermek. Mesajları ve makro düzeyde cereyan eden sosyo-politik değişimleri anlayan ve ona göre politikalar geliştiren parti ve siyasetçilerin 2028 öncesinde rüzgârı kendi lehlerine çevirecekleri aşikâr.