Gözümüzün önünde yapmayın şu anayasayı

Hep tekrarladığımız laftır… İki şey halkın gözü önünde yapılmaz: Sosis ve politika. Çünkü her ikisinin de yapılış şekli normal insanların midesini bulandırabilir. 

“Yeni anayasa” yapmak da politik bir faaliyet olduğuna göre anayasa yapımı için de benzer bir önleme ihtiyaç var. Midesi zayıfların, yaşı küçüklerin, hassas bünyelerin izlemesi sakıncalı olabilir. 

Anayasa dediğimiz kavram aslında devlet yönetiminde keyfiliğin önüne geçmek için bulunmuş bir yoldur. “Anayasal yönetim”insanlık tarihinde çok önemli bir aşamayı temsil eder: Yönetenle yönetilen arasındaki ilişkinin mahiyetine dair kadim anlayışın ters yüz olmasını.

On dokuzuncu asrın ortalarından itibaren “modernleşme yanlısı”vatansever Türk aydınlarının bazen canlarını ortaya koyarak uğrunda mücadele verdikleri dava ülkede anayasal yönetime geçilmesi talebi olmuştur. Çünkü şahıslar yönetiminden kurumlar yönetimine geçmenin yolu kurallar yönetiminin tesisidir.

Ne var ki bazen kurumlar ve kurallar yönetiminin şahıslar yönetimine geçirilmesi için de anayasaya ihtiyaç duyuluyor. Mesela 2017 referandumunda halktan onay alan anayasa değişikliği “hotkutür”(haute couture) bir elbise gibi şahsa özel hazırlanmıştı. 

Şimdiki “Yeni anayasa” tartışmasının da tek bir hedefi var: Erdoğan’ın görev süresini uzatmanın yolunu bulmak. Bunun için de oylanacak pakete kimsenin karşı çıkamayacağı dini ve milli şekerlemeler eklenecekti. Ancak yerel seçimin sonuçları bu işi zora sokmuş görünüyor. Başka bir yol deneyecekler artık. Belki de daha dün “Türkiye’nin kurtuluşu ve yeniden şahlanışı” için elzem diye sunulan başkanlık rejiminden tekrar parlamenter düzene dönüş getirilecek “yeni anayasa”ile. Pazarlığa bağlı…

Anayasayı siyasi amaçlarla araçsallaştırma eğilimi AK Parti iktidarlarının bir icadı değil. Bizde bu işler hep böyle oldu maalesef. 

İlk anayasamız, “Beni sarhoş abimin yerine padişah yaparsanız ben de anayasal ve parlamenter sisteme geçmeyi onaylarım” diyen ulu hakanın milletimize hediyesiydi. Sonra lüzumu kalmayınca işi bitti. Kanun-ı Esasi 1908 Devriminden sonra yeniden yürürlüğe girse bile sonraki süreçte de anayasa maceramız hep “bir ileri iki geri” temposunda devam etti. 

Türkiye 1909 Anayasası ile yürütmeyi yasama kurumuna tabi kılarak kuvvetler ayrılığı sistemine adım atmışken 1924 Anayasası kuvvetler birliğini geri getirmişti. 

1909 Anayasasının padişahın elinden aldığı yetkileri 1924 Anayasası çok daha fazlasıyla cumhurbaşkanına tevdi etmişti. (Bilahare 1961 Anayasasının tesis edeceği kuvvetler ayrılığı sistemi 2017’de üstelik doğrudan halk oyuyla tekrar ortadan kaldırılacaktır.)

***

Taha Akyol’un yeni çıkan “Atatürk’ün Anayasası 1924” (Doğan Kitap, 2024) başlıklı eserinden öğreniyoruz ki cumhuriyet dönemi başındaki anayasa tartışmalarına damga vuran dinamik de teorik veya metodik görüş ayrılıklarından ziyade birtakım kişisel iktidar hesaplarının çatışmasıdır. 

Devletin bütün organları tek bir kişi (ve onun dar çevresi) tarafından mı yönetilmeli, yoksa kuvvetler ayrılığı çerçevesinde kurumların ve kuralların egemen olduğu düzen mi sürdürülmeli?

Hükümeti de meclisi de yargıyı da orduyu da riyaseti cumhuriyenin birer organı yapma fikri iyi bir fikir mi? 

O dönemde kıyasıya tartışılan konulan bunlardır… Tabiri caizse, anayasanın “hotkutür” (haute couture) bir elbise gibi şahsa özel hazırlanması taraftarları ile “Yarın bir gün başkası da giyebilsin”diye buna itiraz edenlerin mücadelesidir yaşananlar. 

Cumhuriyetin ilanı, saltanatın ve hilafetin kaldırılması, laikliğin getirilmesi, tevhidi tedrisatın tesisi gibi konular hiç tartışılmadan kabul edilmişti. Mamafih kuvvetler ayrılığı, meclisin hükümetle ilişkisi, cumhurbaşkanı yetkileri gibi konularda yoğun tartışmalar baş göstermişti. 

Ancak o günkü güç sahiplerinin bu konuların tartışılmasından pek hoşnut olmadıkları anlaşılıyor. 

Bilhassa cumhurbaşkanı yetkilerinin olağanüstü şekilde arttırılması teklifine karşı çıkan gazetecileri ve muhalif milletvekillerini Yunus Nadi, Falih Rıfkı gibi Çankaya’ya yakın gazete yazarları “Kan akar, kelleleriniz gider” diye açıkça tehdit ediyorlardı. 

Bazı iktidar sözcüleri ise “görev gereği” olarak akıl ve mantık çerçevesinde muhataplarını ikna etmeye çalışırken bir hayli zorlanıyorlardı. Mesela Saracoğlu Şükrü mecliste yaptığı bir konuşmada kuvvetler ayrılığı sistemine geri dönmenin irtica olacağını söylemişti. Yunus Nadi ise taslakta hükümetin görevleri ile meclisin yetkileri ayrı ayrı düzenlenmiş olduğuna göre buna kuvvetler birliği denemeyeceğini ileri sürmüştü!

Yine de üyeleri tek tek Atatürk tarafından belirlenmiş olan ikinci mecliste müzakere edilip oylanan cumhurbaşkanı yetkileriyle ilgili bazı maddeler reddedilebildi. (Bu arada muhalefetin desteklediği “Kadınlara seçme ve seçilme hakkı” veren önerge iktidar oylarıyla geri çevrildi.)

***

Bizim mesleğin duayeni olması yanında, Türk hukuk ve anayasa tarihi sahasının da otoritesi ve yakın dönem siyasi tarihimizin önde gelen uzmanlarından olan Taha Akyol’un kitabında bütün bu süreç en teferruatlı anekdotlar eşliğinde akıcı bir dille anlatılıyor.

Taha Akyol, TBMM zabıtları ve dönemin gazeteleri başta olmak üzere arşiv kayıtlarında titizlikle yürüttüğü çalışmalara dayanan yeni kitabında bu dönemde yaşanan tartışmaları gözümüzün önüne seriyor. 

Bir yanıyla geçtiğimiz yıl yayımlanan “Neden 29 Ekim? Cumhuriyet’in İlanına Giden Yol” başlıklı eseri tamamlayıcı nitelikte bir çalışma, yakın tarihimizin en önemli olaylarıyla ilgili çok değerli bir kaynak.

Çünkü 1924 anayasasının hazırlanması sürecinde gerek mecliste gerekse kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışma konusu olan hususların neler olduğunu, bunlara kimin hangi gerekçelerle yaklaştığını öğrenmek yeni rejimin kaynağındaki amaçları ve sonraki istikametini öğrenmek açısından da önemli. 

Bir de tarihin tekerrürü denilen hadisenin hayal mahsulü bir yakıştırma olmadığını görmek açısından…

“Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar / Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi” diye boşuna söylememiş milli şairimiz. 

Ne var ki Hegel’in “tarihteki bütün büyük olaylar iki kere sahnelenir” tespitine “ilkinde trajedi, ikincide komedi olarak” ilavesinde bulunan Marks da haksız değil.